11 Haziran 2009 Perşembe

`ben`le yüzleşmek


Yüzleşmek... Ağır bir sözcük değil mi? Yüklemi olduğu cümleye bir ağırlık katıyor, yapılmasını güç kılıyor. Hatta o kadar güç ki insan kendisiyle bile yüzleşirken zorluk çekiyor, ağır geliyor, "yapamayacağım" deyip kestirip atıyor, kaçıyor...
Başlangıçta zor değilmiş gibi görünüyor. Çünkü bildiğin kişidir `ben`. Yılların onunla geçmiş, en iyi tanıdığın, sırdaşın olmuştur. Olup biteni bildiği halde yüz yüze konuşamazsın `ben` ile. Çekinirsin... Hani dedim ya zordur gerçekten konuşmak.
Bir gün `ben` e dönüp "konuşalım mı?" dediğinde henüz zamanı olmadığını söyler. Ancak zamanı o da bilmez. Bir kere ötelenmesi ona iyi gelir. Ancak bir süre sonra geç olabileceği korkusu dolar insanın içine. Ortada hiçbir şey yokken birden kötü olur insan, canı sıkılır... Bir süre sonra uzun bir zaman diliminin hayatına girmesine izin verir. Bu zaman dilimi düşünmek için fırsattır ona... Bu mola sırasında hep yüzleşmeyi düşünür... Aklından atmaya çalışır... Her ikisini de yapamamasının sebebi de korkaklığıdır. Korkaktır biraz. Belki de fazlasıyla korkaktır bu konuda... Gün gelir konuşulacaklar çoğalır, henüz hiçbir şey konuşulmadığı için bu yük ona ağır gelir. Pişmanlık duyar yük hafifken neden yapmadığına... "Neden o zaman yüzleşmedimki" der... Zaman dilimi öyle ya da böyle dolar... Molayı hisler değişir diye almıştır ama hiçbir şey değişmemiştir, aksine güçlenmiştir... Ancak `ben` çok yanılmıştır. Aslında her şey değişmiştir ve pişmandır. Değişmeyen şu olmuştur; `ben` hala kibirlidir. Suçu `sen`'de arar.
Şimdi `ben` tekrar bir mola verecektir ama en azından eskisi kadar korkmaması gerektiğini hissediyordur. Yoksa yanılıyor mudur?

9 Haziran 2009 Salı

smoky voices

Amy Winehouse, Duffy, Lilly Allen, Imogen Heap, Natasha Bedingfield ve akla gelmeyen bir sürü bayan şarkıcı. Hepsinin ortak yönü İngiliz asıllı olmaları.. Amy Winehouse, Lilly Allen, Imogen Heap hepsi de Londra, Duffy ise Galler doğumlu. Şu sıralar keşfettiğim Adele de diğerleri gibi Londra, İngiltere doğumlu. Hepsinin de sesi dinlerken bünyede tad bırakıyor. Galiba yabancıların smooky voice diye tabir ettikleri vokaller bunlar. Dinlerken kendinizi loş ışık ile aydınlatılmış bir bar taburesinde, yanlız, şarap yudumluyormuş gibi hissediyorsunuz. İnsanın içine işliyor sözleri, yüreğinizde yankılanıyor anlamları. Hepsinde de aynı etkinin olmasını İngiltere'nin sürekli yağan yağmuruna ve doğasına bağlıyorum.
Artık ingiliz bayan şarkıcılar ile ilgili düşündüğüm tek şey gözüm kapalı şarkılarını beğeneceğim.




Chasing Pavements şarkısının inanılmaz klibi.

Adele - Chasing Pavements

I've made up my mind,
Don't need to think it over,
if I'm wrong I am right,
Don't need to look no further,
This ain't lust,
i know this is love but,

If i tell the world,
I'll never say enough,
Cause it was not said to you,
And thats exactly what i need to do,
If i'm in love with you,

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere

I'd build myself up,

And fly around in circles,
Wait then as my heart drops,
and my back begins to tingle
finally could this be it

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere



7 Haziran 2009 Pazar

hızlı bir haftasonu...


Bu ve bundan önceki yazım, yani; blog bütününü oluşturan yazılarımın tamamı, dolaylı yoldan, araba ve hız olunca ilk yazımda bahsetmiş olduğum "arabalara olan ilgisizliğim" uydurmaymış gibi geldi bir an :) -Yoksa içten içe merakım vardı ve bunun ortaya çıkması için bir şeylerin mi olması gerekiyordu? :p
Geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar askerden arkadaşım Yusuf'un daveti üstüne Formula 1 yarışlarını izlemek için İstanbul Park'taydım. Formula ile uzaktan yakından ilgisi olmayan biri için orada yaşayıp gördüklerim formula fanatiklerini kıskandıracak cinstendi... Padok alanını canlı canlı görmek, garajlardaki teknisyenlerle araçlar ile ilgili sorular sormak, media centerlardaki(hoş.. sadece redbull'a izin verdiler o ayrı :p ) heyecanı yaşamak..

Padok alanındaki ilk turumda ağzım açık şekilde formula araçlarının ve media centerların taşındığı görkemli tırları, dünyanın farklı yerlerinden gelen özel davetlilerin yarışı izlediği kafeleri, özel davetlilerle röpörtaj yapan yabancı basın mensuplarını, formula nın başındaki adamı (big-boss), ve şanslıysanız rastlaşabileceğiniz pilotları görüyorsunuz bu padok alanında. Padok alanındaki tek olumsuzluk yapıların metalden olması sıcağı bu bölgede daha fazla hissedip bunalmanıza neden oluyor.

Ferrari takımı tırları

Ferrari Media Center

Redbull teknisyeni lastiği temizlerken

Ne olduklarını anlayamadığım Ferrari araç parçaları :)

Geçen senelerde yarışlara giden arkadaşlarımın, anlaşmış gibi- "araçların motor seslerini dinlemeye gidiyoruz" söylemi benim için çok geçerli ya da gerçekçi olmadı ne yazıkki. Zira kulak tıpası/tıkacı (literatürde earplug olarak geçiyor) olmadan piste o kadar yakın yarış izlemek kulakta kalıcı hasarlara, işitme problemlerine neden olabiliyor. O kadar gürültüde ne konuşuluyor, ne de yarışa konsantre olunuyor, baş ağrısı da cabası. Yarışı gidecek olan varsa mutlaka o tıkaçlardan alıp gitsin. Formulacının olmazsa olmazıdır bu tıkaç :) Bir başka olmazsa olmaz aksesuarınız da şapkanız olmalı, ana tribün ya da padok alanında değilseniz güneş çaktırmadan çarpabilir. Çünkü etrafı açık bir alan olduğu için esen rüzgar yandığınızı hissettirmiyor ( Bu çaktırmadan yanma durumu tekne turu yapan tatilcilerde gezi sonrası yorgunluk ve deli gibi su içme olarak açığa çıkar. Öyle bir yorgunluktur ki insan evden çıkmak istemez.. Öyle fenadır durum :) )


Sıralama turlarında ferrari takım garajının önünde oturmuş olsak da asıl yarışı izliyormuş hissini aldığımız tribün ilk virajın -kazaların olduğu virajdır bu- olduğu yerdi. Zira pilotlar arasında geçişler de burada oluyor, bu geçişler sırasında kazalar da burada. Her ne kadar kaza olsun istemese de yarışa heyecan katan olay da kaza ve geçişler oluyor.

Formulayı izlemeye gidenlerin bir kısmı gerçekten bir futbol maçı izliyormuş edasıyla fanatizm içerisindelerdi. Takımlarının renklerinde giyinmiş ve tezahürat eden insanlar. Diğer bir kısmı oradan buradan promosyon, hediye ve ödül bilet gibi uygulamalardan kazandıkları biletler ile gelen(ki kendimi bunlardan biri olarak görüyorum) kesim. Ve son olarak da takım fanatizmi olmayan ancak formula fanatizmi olan mütavazı seyirciler(en sevdiğim seyirci bunlardı :P) Bu insanlar gayet sakin bir şekilde yarışlarını izlerler ve dışarda orda burada formula ile ilgili deli muhabbet ederler.
Tribün, paddock ve yarış ile ilgili söylenecekler bunlarla sınırlı olmasa da asıl olay dışarıda, formula takımlarının offical store larının bulunduğu, food court, alanıydı; cıvıl cıvıl insanların, sponsorların aktiviteler ile renk kattığı ve çeşitli formula oyunlarının bulunduğu.
Bu cıvıl cıvıl insan seli arasında yarışların başlamasını beklerken çeşitli aktivitelere katıldık ettik.. Bu aktivitesel ve güneşin altında dolanmanın verdiği yorgunluğu bir restorantta atalım derken bir başka restorantın üstünde alev topu oluşması günün en olumsuz olayıydı. İlk başta görsel bir şölen olduğunu düşünmüş olsak da itfaiyenin gelmesiyle olay anlaşıldı ve bölgede bulunan insanlar, ki bunlara tepelerinde alev topu oluşurken alışveriş yapan insanlar da dahil, kaçış kaçış oldular. İstanbul itfaiyesinin en taktir ettiğim tarafı ise yangın söndürülmüş dahi olsa sanki yangın sönmemiş gibi ivedi müdahalesiydi. Zaten günün alkışını da topladı bu hareketiyle :)

Formula günü kelimenin tam anlamıyla heyecanın adrenalinin ve hızın yüksek olduğu bir gündü. Formula sonunda akılda oluşan tek cümle şu oldu; her insan ölmeden önce mutlaka en az bir yarış izlemeli, o atmosferi yaşamalı.


3 Haziran 2009 Çarşamba

hayal kurmak güzel :)



Gün içerisinde türlü türlü sitelerde karşıma çıkan reklamlarla ilgileneceğin hiç aklıma gelmezdi. Hatta bu davranışın `boşluğa düşmüş bünyem`in tepkisi olarak değerlendiriyorum. Olay tam olarak ntvmsnbc'nin internet sitesinde Türkiye'de ilk defa Sabancı Üniversitesinin uyguladığı "bölümsüz üniversite" sistemiyle ilgili haberi okurken gerçekleşti. Satır arasında duran bir reklamda "Asaletin sesini duymaya hazırsanız... ...anahtarı çevirin" mesajı zihnimde işlenerek anahtarı çevirtti :) Reklam etkisini gösterdi ve inanamadığım bir şekilde Porche'un sitesinde - evet yanlış duymadın porche :) - fiyat listelerine - bu kısmını da yanlış okumadın - bakarken buldum. Reklamın gücü mü yoksa, evde sıkıldığım bir dönemde olduğum için mi ,bilemiyorum, kendimi bu durumda gayet keyifli hissettim. İşin ilginç kısmı hiçbir zaman şöyle lüks veya spor arabam olsun gibi bir hayalim olmadı... Kaldı ki hayatım boyunca değil sıfır araba ikinci el araba satan sitelere bile girip araba bakmışlığım yoktur. Bazı şeyler merak ile ilgili olduğundan söz konusu hayal kurmama olayı sadece araba için geçerlidir :) yoksa ne hayaller var... Hayalsiz olmaz... Olayın özünde bu ileri gitmişlik enteresan şekilde hoşuma gitti ve ,sürekli kullandığım, "insan istedikten sonra olmayacak şey yoktur", lafını düşünmeme neden oldu :)

P.S. : Şayet araba alacaksanız ve porche'un web sitesine girmeye çekiniyorsanız 911 Turbo'nun fiyatı 266.986 € cuk (avro). Hayal kırıklığına uğradıysanız özür dilerim :) Bu şekilde uzun yıllar daha mesai yapmanız gerekecek, belki de stres denen hastalığa yakalacaksınız. Kısaca bir takım bedeller ödeyeceksiniz.