11 Eylül 2010 Cumartesi

Kivvi Sözlük


Uzun bir aradan sonra daha benzersiz bir post göndereyim dedim. Daha önceden de bir çok insana söz verdiğim gibi kivvi.com sözlük scriptini çalışır hale getirdim(" bir çoğunu bildiği üzere hash() hatası") ve yazının devamında yayınlayacağım.
Öncelikle, problemin neden kaynaklandığını anlatmak isterim. PHP sözlük scripti bundan yaklaşık 5-6 sene öncesine ait bir PHP script olmasından ötürü, bünyesinde barındırdığı nesneler( fonksiyon, object, aklınıza gelebilecek bilimum syntaxı düşünün ) o dönemin PHP sürümüne göre yazılmıştı. O dönemde PHP içerisinde hash() adı altında bir fonksiyon yoktu. Haliyle birtane ben yaratıp sözlük scriptinde kullanmıştım. Ancak, bununla ilgili bir uygulama yapıldığı için artık kullanılamaz oldu. Haliyle PHP kodları derlendiğinde hash() fonksiyonunun daha önceden tanımlandığına ilişkin hata veriyordu. Aşağıda linkini bulacağınız scripting sadece hash ile ilgili olan hatasını giderip yayımlıyorum. Onun dışında çalıştırıp denemeye fırsatım olmadı. Bu yüzden sizler çalıştırdıktan sonra almış olduğunuz hataları yazarsanız. Ben de fırsat bulursam, düzeltmeye çalışırım.

Kivvi.Com Sözlük Scriptini buradan indirebilirsiniz.
Upload: 11.09.2010 17:40 CET
Size: 52 347 Bytes

Herkese iyi bayramlar dilerim.

24 Ocak 2010 Pazar

yine bir pazar


Yine bir pazar ve yine yarın işe gidecek olmanın iticiliği.. bunu düşünürken bünyemi yormam ve sıkılmam.. e yarının olması nasıl kaçınılmazsa bu günün bitmesi de kaçınılmaz olsun bir an önce..

16 Ocak 2010 Cumartesi

bilemiyorum...

Bu blogta ve bir çok platformda, yaşam mottosu olmasa da arada bir gerçeği hatırlatan bir sözüm vardır; insanlara hissettikleri kadar yakınsındır. Ne demek bu insanlara hissetikleri kadar yakınsındır?
Direkt patentlemek istemem ama kendime çok güvenmediğim için bu sözün bana ait değil de başkasına ait olduğunu düşünüyorum. Ancak bendeki anlamı; çevremizde bulunan insanlara olan yakınlığımız, biz ne yaparsak yapalım, bizim uğraştığımız kadar değil, onların kendilerini sana yaklaştırdıkları kadardır. Biraz acımasız bir söz. Hatta kendini ilişkiye kaptırmış birine acımasızca söylenebilecek ama belki de onu incitecek sözlerden biri. "O seni senin kadar sevmiyor" gerçeğini söylemek gibi. Zaman zaman kişi kendine bu söze yanıt bulucu sorular sormalı, sordurmalı. Çok geç olmadan dönüşü olmayacak (Bu arada her şeyin dönüşü var. bunu biliyorum... Getirdiği zarara kıyasla zorluğundan dönüşü olmayacak diyorum) bir yola girmesini engellemeli. Zira insanoğlu epeyce bencildir, onun gördüğü kadar görmek, en az düşündüğü kadar düşünülmek, çabaladığın kadar çabalamasını, samimi(dürüstlük) olduğun kadar samimi olmasını, en az sevdiği kadar sevilmek ister.. En önemlisi de "değerli olduğunu gösterdiğin kadar değerli olduğunu bilmek" ister. Dikkat ederseniz göstermek demedim.. Çünkü kişiye yeterdir bilmek.

7 Ocak 2010 Perşembe

blog beni 4:15'te kaldırsana


Blog, yüzüne uzun süredir bakmıyorum. Aslında ne iş yoğunluğu ne de başka bir şey. Sadece bir şeyler yazmak istemediğim için belki de... Bir de her geçen gün çalar saatimi daha erken bir zamana kurar oldum. Artık 3 saat uykular yeter oldu. Tek kötü yanı aynı şeyleri daha fazla düşünüyorsun.
Sözüm olsun bir ara bir şeyler diyecem sana belki sevinirsin, belki de üzülürsün.

16 Kasım 2009 Pazartesi

tek bir kadın için dünyadaki bütün kadınlardan vazgeçmek


Sevmesini de gitmesini de bilenlere...
İçimde garip bir isyan
Yüreğimde olur olmaz duygular
Farz edelim küçücük bir oyundu bu...
Oynayalım bu oyunu
Tahmin edemedim sonunu
Bir selam mı yoksa
Yoksa son veda mı
Başı belli sonu değil
Sanki bir telaşla
Koyulduk bir yola
Anlatılır gibi değil
Bulamadım cevabını
Duyamadım
Kulaklarımda sesin... var
Yüreğimde sensizlik tohumu var
Sevda sonunda … etmek
Her şeyi göz ardı etmek
Selam mı son veda mı...
Artık bunu bilmem gerek
İçimde garip bir isyan
Yüreğimde olur olmaz duygular
Farz edelim küçücük bir oyundu bu
Oynayalım bu oyunu
Tahmin edemedim sonunu
`Adını Sen Koy`

7 Kasım 2009 Cumartesi

bir doğum günü yazısı

Ne büyük tesadüftür ki geçen sene doğum günümden bir gün önce-5 kasım 2008- Rize-Çayelinde bulunan ben, bu sene de aynı yerde bulunmam ile gelecek sene doğum günümde nerede olacağım hakkında 3 aşağı 5 yukarı fikir sahibi oldum. Geçen sene gerçekten benim için önemli olan ama her seferinde "aman sen de" diye karşılanan, Ferihan'ın parçalanmış Top Kek ile süpriz kutlamasıyla başlayan doğum günüm bu sene (Rabişciğimin erken kutlama mailini saymazsam ki çok güzel bir maildi.. Mailde kendinde gördüğü "en ..." leri benim ismim ile tamamlamış :P ) Okan'ın uçakta kurabiye hediye etmesiyle başladı. -Rötar yapan uçağın ayrı bir hikayesi var onun başka bir postu hakkettiğini düşünüyorum -

Eve geldiğimde, gecenin 2-2,5 sularında, o kadar güzel bir süpriz ile karşılaştım ki... En yakın, yediğimizi içtiğimiz ayrı gitmeyen dostlarımın Ramazan, Mithat, Onur ve Atıl'ın yaptkıları süpriz. İşin komik tarafı saat 11:30 gibi bizim evin aşağısına gelen Mithat ile Ramazan'ın saatin 12 olmasını evin etrafında dolanarak oyalanmaları ve saat 12 de yukarı çıktıklarında Tolga'yı evde bulup beni bulamamalarıydı :) Kim bilebilirdi ki Pegasus'un Trabzon - İstanbul uçağı saatlerce rötar yapacak :) Haliyle ikizim Tolga'ya yapılan süpriz sırasında süprizden habersiz uçakta kurabiyelerimi yemekteydim :P

Bu Adanalı dostlarımın kutlamasından sonra aynı günün akşamı "bi buçuk"'taki kutlama, eksikleriyle, sevdiğim insanların bir bir masaya gelip gece boyunca orada bulunmaları, hepsinin birbirinden farklı neşesiyle orada bulunuşu beni çok mutlu etti. İnsanları mutlu ettiğinizde gözlerinin içinin parladığını görürsünüz ya. Gözlerimde aynen öyle bir parıltı olduğuna yemin edebilirim... Arkadaşlarımın aldığı hediyeye benim kadar Adanalı dostlarım da çok sevindi. Zira hediyenin nintendo wii olması onların bizde geçirecekleri vaktin artacağı anlamına geliyordu. Bunun kötü tarafı ise kaybolan tshirtlerin kaybolma sıklıklarının artacağıdır :) Gardırobun kimin gardırobu olduğu belli değil zira. Gecenin sonuna doğru da benim gibi rötar mağduru olan Fericim, 6 kasımın bitmesine 5 dakika kala çıka geldi ve beni bir kez daha çok mutlu etti :)

Okan'ın uçaktaki kurabiye süprizi, Adanalı dostlarımın doğum günü süprizi, arkadaşlarımın bi' buçuk'taki kutlamaları... O kadar güzeldi ki gerçekten çok muhteşem insanlar olduklarını bir kere daha gösterdiler. Ama bütün bu olanların yanı sıra cep telefonuma, değer verdiğim ve benim için gerçekten çok özel olan birinden öyle bir mesaj geldi ki, yine duygulandım ve yine gözlerim doldu...
İyi ki varsın Fericim...

Benim için uğraşmış, mail atan, mesaj atan, arayan, aklının bir köşesinden geçiren herkese çok teşekkür ediyorum. Her şey gönlünüze göre olur inşallah :)

P.S. İyi ki doğmuşuz Tolga :)

9 Eylül 2009 Çarşamba

bir kol saati hikayesi



Bir insanın aklı bu kadar karış karış havada, tavırlarıyla da leyla olur. Hani leyla nasıl olunur bilmem de. Benim gibi davranan birine leyla denmez de ne denir?
Dün danışman yöneticimin ani kararı ile, sanırsınız borsada tavan yapacak hisse senedi bulmuş tüm parasını ona yatırma gururudur bu, Çayeline gitmek üzere -her ne kadar saat 2:30'da yatmış gece 4'de gök gürlemesine uyanmış olsam da- sabah erkenden, 5:00'te, uyandım. Birlikte çalışacağım iş arkadaşım Okan'ın beni almasını beklerken birazcık geç kalacağımızı anladım. Öyle ya da böyle okan 10 dakika geç kalarak beni almaya geldi ve birinci köprü üzerinden Atatürk havaalanına doğru hareket ettik. Henüz İstanbulun çeşitli yerlerinde başlayan sel felaketi yok. Her şey normal görünüyor ancak tek sorun var. Uçağı kaçırmamak için taksi şoförünün gaza basması ve Atatürk Havalimanı girişinde trafiğin olmaması gerekiyor... Tabi yaşamın kanunu, kuralı bu ya.. Son dakika işlerine bayılırız. O avuç içlerinin terlemesi, bacağın bir sola bir sağa sallanması , kırmızı ışıklara lanet yağdırma, trafiğin açık olması için tanrıya sığınma olmazsa olmaz. Bu olayları dışardan izleyen, yöneten "sen misin başın sıkışınca beni rahatsız eden?" dercesine, al sana trafik! al sana yağmur! al sana güvenlik kontrol kuyruğu! al sana ...
En nihayetinde taksicinin o çılgın trafikte o makas senin bu makas benim yatarak, dağları aşarak havalanına ulaştığında saat tam 6:30 idi. Hemen koştur koştur güvenlik kontrolüne gittik.. Ama nasıl gidiş yolda giderken soyunuyoruz zaten. Böyle bir çok sefer son dakikaya yetiştiğimiz için artık koşarak da soyunabiliyoruz biz danışmanlar :) İlk güvenlik kontrolde benden çıkartmamı istedikleri `metal eşyaların` tümünü notebook çantamın ön gözüne koydum. Gate lere gelmeden hemen önceki son kontrol olan ikinci günvelik kontrolü önünde cüzdanımdan kimliğimi çıkartmak için notebook çantasını karıştırırken elime gelen kol saatimi kutulardan birinni üstüne koymuşum. Acele davrandığım halde- geç kalmış insan psikolojisi- güvenlik kontroldeki bayanın acele eder misiniz söylemi. Beni biraz telaşlandırdı ve notebooku da çantasından çıkarıp daha büyük kutuya koyarak x-ray cihazına gönderdim.
Genelde x-ray cihazı önüne geldiğimde bu sefer ötmeyeceğim tribine giriyorum. X-ray cihazından geçmeden önce derin nefes alıyorum veeeeeeee.. Beeep sesi..
-Beyfendi bir daha geçer misiniz?
"Acelem var hanımefendi uçağıma el sallamak istemiyorum" diyor. Ellerindeki dedektörle taramalarını rica ediyorum. Onlar da tarıyor ve herkes memnun :)
Son bir depar ile kendimizi uçağa atıyor ve koltuğa oturur oturmaz derin nefesimizi alıyor ve veriyoruz... Rahatlıyoruz...

Buraya kadar her şey normal görünüyor. Bu normallik uçakta bir ara uyandıktan sonra saate bakmak üzere bileğimi yoklamam ile anormalliğe dönüşüyor. Böyle birden klima soğuk hava vermeye, uçak türbülansa girmeye, uçaktakiler horlamaya, bebekler ağlaşmaya, hostesler yolcuların üstüne çay dökmeye - :) - , kısaca bir anda her şey kabusa dönüşüyor.
Ve kafamda eğri büğrü bir yığın soru işareti ile biten cümleler şehirler arası otoyollarda yol kenarlarında duran benzinci ışıkları gibi yanıp sönüyor.
Bir flashback patlıyor o an... Bir anda o güvenlik kontroldeki tavrım aklıma geliyor.
Ben notebook çantasını gönderirken arkamdaki adam da kemerini çıkarıyordu. Göz ucuyla saatini koyduğu kutunun içine baktım ve benim saatimin aynısını gördüm. O arada şüphelenmedim değil tabi.. Ama şimdi, elime alır "benim saatim mi?" diye bakarsam adam "n'apıyon lan sen köpoğlu?" diye çıkışır, ben de onu orada döver, uçağı kaçırırız fantazisi düşünmüş olacam ki o saatin kimin olduğunu kontrol etmemişim.
Ne acı ki o saat benim saatimmiş. Ben kendi kendime tribe girip. O saat benim mi lan? Yok lan benim değil.. Benimkinin kordonu siyahtı. E bu da siyah! Olsun olm.. Benim saatim daha güzel.. Alper salaksın bu saat de güzel -eeheh saati övüyorum bak sen :)- Yok yok değildir. Bırak elelamin saatini uçağı kaçıracaksın.. Asıl uçağa yetiş sen diyip kesitirip attım iç sesimle yaşadığım kavgayı..
İşte o kestirip attığım saat benim saatimmiş meğerse. Nasıl yıkıldım Trabzon havalanına indiğimde, "notebook çantasında mıdır acaba?" diyip saati çantada bulamadığımda. Türk filmlerindeki gibi kaldırım taşının birine çöktüm- bordür taşı derler bunlara. İki elimin arasına başımı sıkıştırdım. Başladım ahıt yakmaya..
Neyse hemen toparlandım, bağlandım telefonumla internete, yazdım google'a "havalanı kayıp eşya" diye. Çıkan ilk numarayı aradım. TAV'ın iç hatlar kayıp eşya bürosuymuş. Başladım derdimi anlatmaya.. Beyfendi ilgili güvenlik takımına anons edeceğini ve 10 dakika içinde beni vereceğim numaradan arayacağını söyledi. 10 dakika sonra telefon geldi ve "beyfendi saatinizi bulduk. İstediğiniz zaman gelip alabilirsiniz" diyen bir ses. Nasıl mutlu oldum nasıl mutlu oldum anlatamam. Hani böyle Türk filmi izlersiniz de mutlu sonla biter ya yüzünüzde salak bir tebessüm olur. Çevreden "neye gülüon len?" derler. Aynen öyle mutlu oldum :) Kayıp eşya bürosu o kadar güven verdi ki. Ömrü hayatımda kaybettiğim her şey için rahatsız etmek istiyorum kendilerini...
Telefonları: 0 212 465 55 55 #6121