9 Eylül 2009 Çarşamba

bir kol saati hikayesi



Bir insanın aklı bu kadar karış karış havada, tavırlarıyla da leyla olur. Hani leyla nasıl olunur bilmem de. Benim gibi davranan birine leyla denmez de ne denir?
Dün danışman yöneticimin ani kararı ile, sanırsınız borsada tavan yapacak hisse senedi bulmuş tüm parasını ona yatırma gururudur bu, Çayeline gitmek üzere -her ne kadar saat 2:30'da yatmış gece 4'de gök gürlemesine uyanmış olsam da- sabah erkenden, 5:00'te, uyandım. Birlikte çalışacağım iş arkadaşım Okan'ın beni almasını beklerken birazcık geç kalacağımızı anladım. Öyle ya da böyle okan 10 dakika geç kalarak beni almaya geldi ve birinci köprü üzerinden Atatürk havaalanına doğru hareket ettik. Henüz İstanbulun çeşitli yerlerinde başlayan sel felaketi yok. Her şey normal görünüyor ancak tek sorun var. Uçağı kaçırmamak için taksi şoförünün gaza basması ve Atatürk Havalimanı girişinde trafiğin olmaması gerekiyor... Tabi yaşamın kanunu, kuralı bu ya.. Son dakika işlerine bayılırız. O avuç içlerinin terlemesi, bacağın bir sola bir sağa sallanması , kırmızı ışıklara lanet yağdırma, trafiğin açık olması için tanrıya sığınma olmazsa olmaz. Bu olayları dışardan izleyen, yöneten "sen misin başın sıkışınca beni rahatsız eden?" dercesine, al sana trafik! al sana yağmur! al sana güvenlik kontrol kuyruğu! al sana ...
En nihayetinde taksicinin o çılgın trafikte o makas senin bu makas benim yatarak, dağları aşarak havalanına ulaştığında saat tam 6:30 idi. Hemen koştur koştur güvenlik kontrolüne gittik.. Ama nasıl gidiş yolda giderken soyunuyoruz zaten. Böyle bir çok sefer son dakikaya yetiştiğimiz için artık koşarak da soyunabiliyoruz biz danışmanlar :) İlk güvenlik kontrolde benden çıkartmamı istedikleri `metal eşyaların` tümünü notebook çantamın ön gözüne koydum. Gate lere gelmeden hemen önceki son kontrol olan ikinci günvelik kontrolü önünde cüzdanımdan kimliğimi çıkartmak için notebook çantasını karıştırırken elime gelen kol saatimi kutulardan birinni üstüne koymuşum. Acele davrandığım halde- geç kalmış insan psikolojisi- güvenlik kontroldeki bayanın acele eder misiniz söylemi. Beni biraz telaşlandırdı ve notebooku da çantasından çıkarıp daha büyük kutuya koyarak x-ray cihazına gönderdim.
Genelde x-ray cihazı önüne geldiğimde bu sefer ötmeyeceğim tribine giriyorum. X-ray cihazından geçmeden önce derin nefes alıyorum veeeeeeee.. Beeep sesi..
-Beyfendi bir daha geçer misiniz?
"Acelem var hanımefendi uçağıma el sallamak istemiyorum" diyor. Ellerindeki dedektörle taramalarını rica ediyorum. Onlar da tarıyor ve herkes memnun :)
Son bir depar ile kendimizi uçağa atıyor ve koltuğa oturur oturmaz derin nefesimizi alıyor ve veriyoruz... Rahatlıyoruz...

Buraya kadar her şey normal görünüyor. Bu normallik uçakta bir ara uyandıktan sonra saate bakmak üzere bileğimi yoklamam ile anormalliğe dönüşüyor. Böyle birden klima soğuk hava vermeye, uçak türbülansa girmeye, uçaktakiler horlamaya, bebekler ağlaşmaya, hostesler yolcuların üstüne çay dökmeye - :) - , kısaca bir anda her şey kabusa dönüşüyor.
Ve kafamda eğri büğrü bir yığın soru işareti ile biten cümleler şehirler arası otoyollarda yol kenarlarında duran benzinci ışıkları gibi yanıp sönüyor.
Bir flashback patlıyor o an... Bir anda o güvenlik kontroldeki tavrım aklıma geliyor.
Ben notebook çantasını gönderirken arkamdaki adam da kemerini çıkarıyordu. Göz ucuyla saatini koyduğu kutunun içine baktım ve benim saatimin aynısını gördüm. O arada şüphelenmedim değil tabi.. Ama şimdi, elime alır "benim saatim mi?" diye bakarsam adam "n'apıyon lan sen köpoğlu?" diye çıkışır, ben de onu orada döver, uçağı kaçırırız fantazisi düşünmüş olacam ki o saatin kimin olduğunu kontrol etmemişim.
Ne acı ki o saat benim saatimmiş. Ben kendi kendime tribe girip. O saat benim mi lan? Yok lan benim değil.. Benimkinin kordonu siyahtı. E bu da siyah! Olsun olm.. Benim saatim daha güzel.. Alper salaksın bu saat de güzel -eeheh saati övüyorum bak sen :)- Yok yok değildir. Bırak elelamin saatini uçağı kaçıracaksın.. Asıl uçağa yetiş sen diyip kesitirip attım iç sesimle yaşadığım kavgayı..
İşte o kestirip attığım saat benim saatimmiş meğerse. Nasıl yıkıldım Trabzon havalanına indiğimde, "notebook çantasında mıdır acaba?" diyip saati çantada bulamadığımda. Türk filmlerindeki gibi kaldırım taşının birine çöktüm- bordür taşı derler bunlara. İki elimin arasına başımı sıkıştırdım. Başladım ahıt yakmaya..
Neyse hemen toparlandım, bağlandım telefonumla internete, yazdım google'a "havalanı kayıp eşya" diye. Çıkan ilk numarayı aradım. TAV'ın iç hatlar kayıp eşya bürosuymuş. Başladım derdimi anlatmaya.. Beyfendi ilgili güvenlik takımına anons edeceğini ve 10 dakika içinde beni vereceğim numaradan arayacağını söyledi. 10 dakika sonra telefon geldi ve "beyfendi saatinizi bulduk. İstediğiniz zaman gelip alabilirsiniz" diyen bir ses. Nasıl mutlu oldum nasıl mutlu oldum anlatamam. Hani böyle Türk filmi izlersiniz de mutlu sonla biter ya yüzünüzde salak bir tebessüm olur. Çevreden "neye gülüon len?" derler. Aynen öyle mutlu oldum :) Kayıp eşya bürosu o kadar güven verdi ki. Ömrü hayatımda kaybettiğim her şey için rahatsız etmek istiyorum kendilerini...
Telefonları: 0 212 465 55 55 #6121

5 Eylül 2009 Cumartesi

bir kuple köşe yazısı sunacağım :)

Uzun zamandır yazı yazmıyor olmanın stresiyle bir post daha göndereyim dedim. aslında bu post un devamında benim cümlelerimden ziyade Hıncal Uluç'un yazısı yer alacak. ona göre! sonra kızmaca yok...
çok alakasız gibi gelecek ama askerliğe gitme hazırlıkları içerisinde bulunduğum döneme dönecek olursam o dönem - 5.12.2008 başlangıçlı - benim için epey zor geçmişti. İstanbul'da bıraktıklarımdan ayrılışım, askerlik gibi bir stresin kucağına gidiyor oluşum, ve bir takım farklı sebeplerle melankolik bir hal almıştı bu bünye. 6.12.2008 tarihinde Adana'ya dönmüş olsam da aklım benimle birlikte dönmemişti. Adana'da bulunduğum bu süre içerisinde Hıncal Uluç'un, yine tarihini dün gibi hatırladığım, 10,11 ve 12 .12.2008 tarihli yazıları sanki ben askere gitmeden önce dönemin halet_i ruhiyesi için yazılmış, 90+2 golleri gibi gelmişti. Zaten bu kadar etkilenmesem ne aklımda yazıların tarihi kalır ne de yazıların içeriğine dair bir şeyler. Köşe yazıları ile ilgili ilginç bir detay da şu; bir takım köşe yazarları bazı zamanlar geçmiş yazılarını tekrar yayınlarlar. Bu 3 yazı da geçmiş tarihli ve birbirinden bağımsız zamanlara ait.
Başta da söyledim. Yazıları okuduktan sonra "n'alaka" diyebilirsiniz. Çünkü empati yapıp bu postu ve yazıları okuduğumda birbiri arasında bağlantı yokmuş gibi geldi. Hikayenin diğer boyutu ise o dönemde neden Hıncal Uluç okuyordum hatırlamıyorum. Mesela şu sıralar Hıncal Uluç falan okuduğum yok. Artık insanın içine mi doğuyor yoksa okuduğu yazıları kendime mi çekiyor bilmiyorum. Şöyle de bir gerçek var. O yazıları tekrar tekarar okuduğumda hala ilk okuduğum zamanki etkiyi yaratıyor.

3 Eylül 2009 Perşembe

dedem - 26.08.2009


5 hafta olmuş bloga son yazımı yazalı. Aslında bu 5 hafta içerisinde hakkında yazılacak sevinçli haberler pek olmadı.. Daha çok beni üzen, hayal kırıklığına uğratanlar ya da yıkan olaylar oldu... Bunlardan başı çeken ise Dedemin vefat'ı... Aslında dedem ile ilgili olarak yazmak istediğim o kadar çok şey var ki. Bazen onu anlatırken bile yetersiz kaldığımı düşünür ve keşke tanıyabilseydiniz diye geçirirdim içimden... Hayatımda gerçekten "kardeşim" sözcüğünü kullanırken ikizim Tolga ve ablam Pınar dışında aynı hissi uyandıran Emre'nin dedemin vefatından sonraki bir telefon konuşmamızda "Dedem gibi severdim" demesinden anladığım gibi... Dinlenemeden göçüp gitti bu yaşamdan.