16 Kasım 2009 Pazartesi

tek bir kadın için dünyadaki bütün kadınlardan vazgeçmek


Sevmesini de gitmesini de bilenlere...
İçimde garip bir isyan
Yüreğimde olur olmaz duygular
Farz edelim küçücük bir oyundu bu...
Oynayalım bu oyunu
Tahmin edemedim sonunu
Bir selam mı yoksa
Yoksa son veda mı
Başı belli sonu değil
Sanki bir telaşla
Koyulduk bir yola
Anlatılır gibi değil
Bulamadım cevabını
Duyamadım
Kulaklarımda sesin... var
Yüreğimde sensizlik tohumu var
Sevda sonunda … etmek
Her şeyi göz ardı etmek
Selam mı son veda mı...
Artık bunu bilmem gerek
İçimde garip bir isyan
Yüreğimde olur olmaz duygular
Farz edelim küçücük bir oyundu bu
Oynayalım bu oyunu
Tahmin edemedim sonunu
`Adını Sen Koy`

7 Kasım 2009 Cumartesi

bir doğum günü yazısı

Ne büyük tesadüftür ki geçen sene doğum günümden bir gün önce-5 kasım 2008- Rize-Çayelinde bulunan ben, bu sene de aynı yerde bulunmam ile gelecek sene doğum günümde nerede olacağım hakkında 3 aşağı 5 yukarı fikir sahibi oldum. Geçen sene gerçekten benim için önemli olan ama her seferinde "aman sen de" diye karşılanan, Ferihan'ın parçalanmış Top Kek ile süpriz kutlamasıyla başlayan doğum günüm bu sene (Rabişciğimin erken kutlama mailini saymazsam ki çok güzel bir maildi.. Mailde kendinde gördüğü "en ..." leri benim ismim ile tamamlamış :P ) Okan'ın uçakta kurabiye hediye etmesiyle başladı. -Rötar yapan uçağın ayrı bir hikayesi var onun başka bir postu hakkettiğini düşünüyorum -

Eve geldiğimde, gecenin 2-2,5 sularında, o kadar güzel bir süpriz ile karşılaştım ki... En yakın, yediğimizi içtiğimiz ayrı gitmeyen dostlarımın Ramazan, Mithat, Onur ve Atıl'ın yaptkıları süpriz. İşin komik tarafı saat 11:30 gibi bizim evin aşağısına gelen Mithat ile Ramazan'ın saatin 12 olmasını evin etrafında dolanarak oyalanmaları ve saat 12 de yukarı çıktıklarında Tolga'yı evde bulup beni bulamamalarıydı :) Kim bilebilirdi ki Pegasus'un Trabzon - İstanbul uçağı saatlerce rötar yapacak :) Haliyle ikizim Tolga'ya yapılan süpriz sırasında süprizden habersiz uçakta kurabiyelerimi yemekteydim :P

Bu Adanalı dostlarımın kutlamasından sonra aynı günün akşamı "bi buçuk"'taki kutlama, eksikleriyle, sevdiğim insanların bir bir masaya gelip gece boyunca orada bulunmaları, hepsinin birbirinden farklı neşesiyle orada bulunuşu beni çok mutlu etti. İnsanları mutlu ettiğinizde gözlerinin içinin parladığını görürsünüz ya. Gözlerimde aynen öyle bir parıltı olduğuna yemin edebilirim... Arkadaşlarımın aldığı hediyeye benim kadar Adanalı dostlarım da çok sevindi. Zira hediyenin nintendo wii olması onların bizde geçirecekleri vaktin artacağı anlamına geliyordu. Bunun kötü tarafı ise kaybolan tshirtlerin kaybolma sıklıklarının artacağıdır :) Gardırobun kimin gardırobu olduğu belli değil zira. Gecenin sonuna doğru da benim gibi rötar mağduru olan Fericim, 6 kasımın bitmesine 5 dakika kala çıka geldi ve beni bir kez daha çok mutlu etti :)

Okan'ın uçaktaki kurabiye süprizi, Adanalı dostlarımın doğum günü süprizi, arkadaşlarımın bi' buçuk'taki kutlamaları... O kadar güzeldi ki gerçekten çok muhteşem insanlar olduklarını bir kere daha gösterdiler. Ama bütün bu olanların yanı sıra cep telefonuma, değer verdiğim ve benim için gerçekten çok özel olan birinden öyle bir mesaj geldi ki, yine duygulandım ve yine gözlerim doldu...
İyi ki varsın Fericim...

Benim için uğraşmış, mail atan, mesaj atan, arayan, aklının bir köşesinden geçiren herkese çok teşekkür ediyorum. Her şey gönlünüze göre olur inşallah :)

P.S. İyi ki doğmuşuz Tolga :)

9 Eylül 2009 Çarşamba

bir kol saati hikayesi



Bir insanın aklı bu kadar karış karış havada, tavırlarıyla da leyla olur. Hani leyla nasıl olunur bilmem de. Benim gibi davranan birine leyla denmez de ne denir?
Dün danışman yöneticimin ani kararı ile, sanırsınız borsada tavan yapacak hisse senedi bulmuş tüm parasını ona yatırma gururudur bu, Çayeline gitmek üzere -her ne kadar saat 2:30'da yatmış gece 4'de gök gürlemesine uyanmış olsam da- sabah erkenden, 5:00'te, uyandım. Birlikte çalışacağım iş arkadaşım Okan'ın beni almasını beklerken birazcık geç kalacağımızı anladım. Öyle ya da böyle okan 10 dakika geç kalarak beni almaya geldi ve birinci köprü üzerinden Atatürk havaalanına doğru hareket ettik. Henüz İstanbulun çeşitli yerlerinde başlayan sel felaketi yok. Her şey normal görünüyor ancak tek sorun var. Uçağı kaçırmamak için taksi şoförünün gaza basması ve Atatürk Havalimanı girişinde trafiğin olmaması gerekiyor... Tabi yaşamın kanunu, kuralı bu ya.. Son dakika işlerine bayılırız. O avuç içlerinin terlemesi, bacağın bir sola bir sağa sallanması , kırmızı ışıklara lanet yağdırma, trafiğin açık olması için tanrıya sığınma olmazsa olmaz. Bu olayları dışardan izleyen, yöneten "sen misin başın sıkışınca beni rahatsız eden?" dercesine, al sana trafik! al sana yağmur! al sana güvenlik kontrol kuyruğu! al sana ...
En nihayetinde taksicinin o çılgın trafikte o makas senin bu makas benim yatarak, dağları aşarak havalanına ulaştığında saat tam 6:30 idi. Hemen koştur koştur güvenlik kontrolüne gittik.. Ama nasıl gidiş yolda giderken soyunuyoruz zaten. Böyle bir çok sefer son dakikaya yetiştiğimiz için artık koşarak da soyunabiliyoruz biz danışmanlar :) İlk güvenlik kontrolde benden çıkartmamı istedikleri `metal eşyaların` tümünü notebook çantamın ön gözüne koydum. Gate lere gelmeden hemen önceki son kontrol olan ikinci günvelik kontrolü önünde cüzdanımdan kimliğimi çıkartmak için notebook çantasını karıştırırken elime gelen kol saatimi kutulardan birinni üstüne koymuşum. Acele davrandığım halde- geç kalmış insan psikolojisi- güvenlik kontroldeki bayanın acele eder misiniz söylemi. Beni biraz telaşlandırdı ve notebooku da çantasından çıkarıp daha büyük kutuya koyarak x-ray cihazına gönderdim.
Genelde x-ray cihazı önüne geldiğimde bu sefer ötmeyeceğim tribine giriyorum. X-ray cihazından geçmeden önce derin nefes alıyorum veeeeeeee.. Beeep sesi..
-Beyfendi bir daha geçer misiniz?
"Acelem var hanımefendi uçağıma el sallamak istemiyorum" diyor. Ellerindeki dedektörle taramalarını rica ediyorum. Onlar da tarıyor ve herkes memnun :)
Son bir depar ile kendimizi uçağa atıyor ve koltuğa oturur oturmaz derin nefesimizi alıyor ve veriyoruz... Rahatlıyoruz...

Buraya kadar her şey normal görünüyor. Bu normallik uçakta bir ara uyandıktan sonra saate bakmak üzere bileğimi yoklamam ile anormalliğe dönüşüyor. Böyle birden klima soğuk hava vermeye, uçak türbülansa girmeye, uçaktakiler horlamaya, bebekler ağlaşmaya, hostesler yolcuların üstüne çay dökmeye - :) - , kısaca bir anda her şey kabusa dönüşüyor.
Ve kafamda eğri büğrü bir yığın soru işareti ile biten cümleler şehirler arası otoyollarda yol kenarlarında duran benzinci ışıkları gibi yanıp sönüyor.
Bir flashback patlıyor o an... Bir anda o güvenlik kontroldeki tavrım aklıma geliyor.
Ben notebook çantasını gönderirken arkamdaki adam da kemerini çıkarıyordu. Göz ucuyla saatini koyduğu kutunun içine baktım ve benim saatimin aynısını gördüm. O arada şüphelenmedim değil tabi.. Ama şimdi, elime alır "benim saatim mi?" diye bakarsam adam "n'apıyon lan sen köpoğlu?" diye çıkışır, ben de onu orada döver, uçağı kaçırırız fantazisi düşünmüş olacam ki o saatin kimin olduğunu kontrol etmemişim.
Ne acı ki o saat benim saatimmiş. Ben kendi kendime tribe girip. O saat benim mi lan? Yok lan benim değil.. Benimkinin kordonu siyahtı. E bu da siyah! Olsun olm.. Benim saatim daha güzel.. Alper salaksın bu saat de güzel -eeheh saati övüyorum bak sen :)- Yok yok değildir. Bırak elelamin saatini uçağı kaçıracaksın.. Asıl uçağa yetiş sen diyip kesitirip attım iç sesimle yaşadığım kavgayı..
İşte o kestirip attığım saat benim saatimmiş meğerse. Nasıl yıkıldım Trabzon havalanına indiğimde, "notebook çantasında mıdır acaba?" diyip saati çantada bulamadığımda. Türk filmlerindeki gibi kaldırım taşının birine çöktüm- bordür taşı derler bunlara. İki elimin arasına başımı sıkıştırdım. Başladım ahıt yakmaya..
Neyse hemen toparlandım, bağlandım telefonumla internete, yazdım google'a "havalanı kayıp eşya" diye. Çıkan ilk numarayı aradım. TAV'ın iç hatlar kayıp eşya bürosuymuş. Başladım derdimi anlatmaya.. Beyfendi ilgili güvenlik takımına anons edeceğini ve 10 dakika içinde beni vereceğim numaradan arayacağını söyledi. 10 dakika sonra telefon geldi ve "beyfendi saatinizi bulduk. İstediğiniz zaman gelip alabilirsiniz" diyen bir ses. Nasıl mutlu oldum nasıl mutlu oldum anlatamam. Hani böyle Türk filmi izlersiniz de mutlu sonla biter ya yüzünüzde salak bir tebessüm olur. Çevreden "neye gülüon len?" derler. Aynen öyle mutlu oldum :) Kayıp eşya bürosu o kadar güven verdi ki. Ömrü hayatımda kaybettiğim her şey için rahatsız etmek istiyorum kendilerini...
Telefonları: 0 212 465 55 55 #6121

5 Eylül 2009 Cumartesi

bir kuple köşe yazısı sunacağım :)

Uzun zamandır yazı yazmıyor olmanın stresiyle bir post daha göndereyim dedim. aslında bu post un devamında benim cümlelerimden ziyade Hıncal Uluç'un yazısı yer alacak. ona göre! sonra kızmaca yok...
çok alakasız gibi gelecek ama askerliğe gitme hazırlıkları içerisinde bulunduğum döneme dönecek olursam o dönem - 5.12.2008 başlangıçlı - benim için epey zor geçmişti. İstanbul'da bıraktıklarımdan ayrılışım, askerlik gibi bir stresin kucağına gidiyor oluşum, ve bir takım farklı sebeplerle melankolik bir hal almıştı bu bünye. 6.12.2008 tarihinde Adana'ya dönmüş olsam da aklım benimle birlikte dönmemişti. Adana'da bulunduğum bu süre içerisinde Hıncal Uluç'un, yine tarihini dün gibi hatırladığım, 10,11 ve 12 .12.2008 tarihli yazıları sanki ben askere gitmeden önce dönemin halet_i ruhiyesi için yazılmış, 90+2 golleri gibi gelmişti. Zaten bu kadar etkilenmesem ne aklımda yazıların tarihi kalır ne de yazıların içeriğine dair bir şeyler. Köşe yazıları ile ilgili ilginç bir detay da şu; bir takım köşe yazarları bazı zamanlar geçmiş yazılarını tekrar yayınlarlar. Bu 3 yazı da geçmiş tarihli ve birbirinden bağımsız zamanlara ait.
Başta da söyledim. Yazıları okuduktan sonra "n'alaka" diyebilirsiniz. Çünkü empati yapıp bu postu ve yazıları okuduğumda birbiri arasında bağlantı yokmuş gibi geldi. Hikayenin diğer boyutu ise o dönemde neden Hıncal Uluç okuyordum hatırlamıyorum. Mesela şu sıralar Hıncal Uluç falan okuduğum yok. Artık insanın içine mi doğuyor yoksa okuduğu yazıları kendime mi çekiyor bilmiyorum. Şöyle de bir gerçek var. O yazıları tekrar tekarar okuduğumda hala ilk okuduğum zamanki etkiyi yaratıyor.

3 Eylül 2009 Perşembe

dedem - 26.08.2009


5 hafta olmuş bloga son yazımı yazalı. Aslında bu 5 hafta içerisinde hakkında yazılacak sevinçli haberler pek olmadı.. Daha çok beni üzen, hayal kırıklığına uğratanlar ya da yıkan olaylar oldu... Bunlardan başı çeken ise Dedemin vefat'ı... Aslında dedem ile ilgili olarak yazmak istediğim o kadar çok şey var ki. Bazen onu anlatırken bile yetersiz kaldığımı düşünür ve keşke tanıyabilseydiniz diye geçirirdim içimden... Hayatımda gerçekten "kardeşim" sözcüğünü kullanırken ikizim Tolga ve ablam Pınar dışında aynı hissi uyandıran Emre'nin dedemin vefatından sonraki bir telefon konuşmamızda "Dedem gibi severdim" demesinden anladığım gibi... Dinlenemeden göçüp gitti bu yaşamdan.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Rock'n Coke 2009


Geçtiğimiz cumartesi ve pazar günü bu yazın son festivali olan aynı zamanda bu yıl 5. si düzenlenen Rock'n Coke 2009 için bir kez daha İstanbul Park'taydım.Formula 1 e göre -Padok alanında yapılmasına rağmen- çok daha farklı bir deneyimdi. Hatta ,Formula tırlarının alanı doldurmasından ötürü, o kadar kişiyi nasıl sığdıracaklar diye düşünmeden edemedim.

Her şeyde olduğu gibi bu festivalde de bir önceki senelere göre kıyaslama yaptık. Ben, Hazerfen(yanlış yazmış olabilirim) Avrupa yakasında oturan kimseye de uzak olduğundan, hali hazırda İstanbul Park'ın yakın oluşundan bahsettim. Bir başkası İstanbul Park'ın beton oluşunun olumsuzluğundan. Bir diğeri ise alanın engebeli olmayışını artı olarak gördü. Yani kısaca herkes kendince beğenilerini ve olumsuzluklarını sundu. Şayet varsa çeverenizde festival düzenleyecek birileri bu konu hakkında yeterince konuştuğumdan size yardımda bulunacak yararlı fikirlere sahibim. Görüşebiliriz :p

Bu benim için İstanbuldaki 3. ancak Anadolu yakasındaki ilk Rock'n Coke festivali olmasına rağmen bu tarafta oluşunu hem bana yakın olması, hem de ulaşımın kolay yapılabilmesinden dolayı sevdim. Hani beni arabaya bindirseniz ve Hazerfen'i bul deseniz galiba Atatürk Havalimanına kadar götürebilirim. Gel gör ki İstanbul Park için levha/işrateler son derece kolay. İstanbul'un neresinde olursanız olun sizi İstanbul Park'a götüren bir yol elbet buluyorsunuz... İsteseniz de istemeseniz de...

Konser alanıyla ilgili olarak biraz bilgi vermek gerekirsek. Festivalin düzenlendiği alan, Formula yarışları sırasında bulunduğum padok alanındaydı. Son derece geniş ve zemini son derece düz bir alan. İnsan dağılımı bu alanın tamamına yayıldığı için bir noktada yığılmış bir kalabalık yoktu. Bu da gerçekten festival havasını hissetmenizi sağlıyordu. Ancak alanın bu kadar güzel olması alana giderken karşılaştığımız saçma durumlara engel olamadı.

Kobay fare gibi hissettiğimiz kafesler
Beleş kolaları hüplettiğimiz stand.

Otopark'tan bilet gişesine olan mesafeden tutun, bu mesafe sırasında kendinizi fare gibi hissettiğiniz labirent'in olduğu alan. Bilet kesimini yapıldıktan sonra otobüs ile festival alanına taşınmak gibi... Ama bunların biraz kötü göründüğünü anlamış olacaklar ki eziyetin sonunda soğuk birer Coca Cola ikram ettiler sağolsunlar :) Bir de Cumartesi günü VIP bilekliklerin takıldığı alanda gözlerine kestirdiklerine verdikleri `sahne önü bileti`ni almamız, nazarımda, bu negatiflikleri bir anda pozitifliğe çevirdi :p Tamam çok dürüst değilim kabul ediyorum.

Festivalin olumlu yönlerinden de bahsedecek olursam. İstanbul sıcağında amele gibi yanmak istemeyen bünyeler için gölgelik alanların bulunması ve bu alanlarda bulunan soğuk su ve hava püskürten fıskiyeler tam anlamıyla bunaltıcı sıcaktan kurtaran şeyler oldu. Tabi uzun kuyruklar sonunda aldığınız buz gibi bir biranın da kurtardığı gerçeğini unutmamak gerekir. Her yerin beton oluşuyla ilgili söylenen olumsuzlukları, kalıplar halinde kesilip montajı yapılan çim alanlar ile kapatıp üstlerine minder sermeleri, her ne kadar sert de olsa, yayılma isteğiyle festivale gelmiş bünyelerin rahatlamasına neden oldu. `Hiç yeşillik yok!` feryatlarını bastırdı diyebiliriz :)
Festival sırasında ayakta beklemekten yorulan ve acıkan bünyeyi rahatlatan ve açlığı bastıran restorantlar da vardı tabi. Rock'n Coke'ta ilk defa karşılaştığım ancak daha önce miniaturk'te yeme deneyiminde bulunanların demesiyle chipstix lezzetini gördük. Her ne kadar yememiş de olsam eminimki çok lezzetli bir şey. Bildiğin şişin üzerine patates kızartmasını geçirmişler abiler :)

Gren grubu - 1


Gren grubu - 2

Konserlerden biraz bahsedecek olursam. İlk gün kuzen'in ısrarı üstüne Gren'i dinledik. İlk dinleyişte daha önceden dinlediğim ve aksak ritim ile çalındığını tahmin ettiğim 2 şarkıyı beğendim. Müzikleri güzel zamanla alışır insan dedim dinlerken bol bol :) Gren'den sonra yer yer kulağımı Duman, Sakin ve Badem e çevirdim. Daha sonra Cumartesi gecesinin assolisti Nine İnch Nails ile The Prodigy dinlendi. -Performans olarak zaten bu grupların kötü bir performansına rastlamadığınız için ehh fena değildi demek saygısızlık gibi gelir- Cumartesi günü biraz erken gitmemizin(festival alanına), güneşte kavrulmamızın ve tüm gün ayakta olmamızın etkisiyle The Prodigy'i bitirmeden eve dönmek zorunda kaldık. İlk günün özetini çıkartmak gerekirse; sadece 1 gün gidiyor olsaydım bu yılki festivali ne kadar kötü olmuş diyebilirdim. Epeyce sıkıldım. Ha bu o günkü halet_i ruhiyemden kaynaklanmış da olabilir ki buna veriyorum ben :) İkinci gün ise son derece keyifli, eğlenceli ve yine müzik dolu geçti. İlk gün dersimizi aldıktan sonra ikinci gün bira daha geç gitmeye karar verdik. En azından güneş altında daha az pişeriz daha az ayakta oluruz düşüncesiyle saat 6 gibi festival alanındaydık. Açılışı Hayko Cepkin ile yaptık. Hayko'nun yüzündeki kan konseptli makyajı beni benden aldı. Konser sonunda yaptığı veda konuşması ise "n'oluyor len ölüme mi gidiyorsun?" dedirtti ve göz doldurdu. - Sonradan anlaşıldı ki yeni albüm çalışmaları için sahnelerden ırak, çalışmalarına yakınsak olacakmış :) - Haykodan sonra güzel güzel sohbet ettik... Kim vardı? Ne söylüyordu? Kime sesleniyordu? Mottosu neydi? pek alakadar olmadık ama sonradan öğrendim ki fonda Razorlight ve Kaiser Chief çalmış. - Kaiser Chief'in sahne aldığını biliyordum ama o grup ile ilgili enteresan olan şuydu; ruby ruby şarkısının bunların söylediğini bilmiyordum :) - Gecenin en sonunda ise "gelse de gitsek" diye yıllardır beklediğimiz ancak bu yıllar geçtikce -benim onların müziğine azalan ilgimi de göz önünde bulundurursak- yeni albümünden bir kaç şarkı bildiğim ve eski albümlerini hemen hemen ezbere bildiğim Linkin Park sahne aldı. İşte o zaman gerçekten performans sözcüğünün tanımını bir kere daha gözden geçirdim. Ayrıca sahnede açtıkları Türk bayrağı ile her daim gaza gelen Türk halkını bir kez daha gaza getirip kitleyi coşturmayı başardılar. İşte bu performanslarından sonra 2009 festivali 3. kez gittiğim Rock'n Coke silsilesinin `en güzeli` tahtına oturdu.

Nine Inch Nails'in solisti Trent Reznor, kaslı kollarıyla birlikte sahne aldı :)


ve beklenen grup... Linkin Park!

Tabi bu festivalin bazıları için ayrı bir yeri oldu.

Festivaaaal gibisin katılmak istiyoruuum.
Önlerden yer kapıp, gözünü kalbime bekliyorum.
Asaletinin bedeli, çok kölen var belli biri.
Hem biraz deli, azdan çok da serseri.
Adı lazım değil baş harfi ...



21 Temmuz 2009 Salı

çok sesli koro



20 temmuz 2009, bir kısmı bugünü tatilde eğlence bağlangıcı olarak sanıyor... bir kısmı da "oh deniz, güneş, kum ne güzel tatile gidiyorsun" diyor... aslında çok da haksız değiller olayın görünen kısmı bu, görünen gerçeği bu.. Varsın öyle bilinsin. Zaman zaman insanın ihtiyacı olanı yapmaya gidiyorum...
İnanmak istediğiniz çok yalan söyledim. İşin aslı içimdeki çok sesli koroyu dinlemeye gidiyorum..

-dur bakalım! bu ses de ne? tanıdık bir ses, bildik bir tını...

*** O sırada duyulan, Müzeyyen Senar'ın ta kendisidir. "kimseye etmem şikayet" der.***

6 Temmuz 2009 Pazartesi

hayalleri ertelemek




Bugün gmail hesabımın depolama kapasitesi dolmuş.. Boşaltmak için geçmiş maillarıma bakarken üniversite yıllarında bitirme projemin ekinde(attachment) bulunduğu maile rastladım. Şu günlerde farklı şeyler yapma arzusu ve hayali içerisinde olduğumdan maili tekrar açıp projemin raporunu okumaya koyuldum. O zamanlar bu kadar iyi olduğunu düşünmediğim - muhtemelen vizyonun kısıtlı olmasından ötürü - ancak şimdi okurken gerçekten iyi fikir olabileceğini düşündüğüm bir projeye rastladım. Bitirme projemi yaratıcı bulurken ne kadar objektif olabileceğimi bilemiyorum ama projeden bahsettiğim çoğu arkadaşım hayata geçirmemi önerdi. Aslında anlatmak istediğim projenin ne kadar harika ya da berbat olduğu değil...

O dönemde her projede farklı bir şeyler yaratma isteği varken şimdi tek yaptığım birilerinin isteklerini yerine getirmek, onların istekleri doğrultusunda bir şeylere şekil vermek. Şu sıralar aklımı en çok meşgul eden şeylerin bir kısmını bu rutinlikten kurtulma fikri oluşturuyor. Galiba bir süre daha yaratıcılıktan yoksun bir şekilde yaşamıma devam edeceğim. Hem ne demişler "Yaratmak Allah'a mahsustur." Ben kim oluyorum ki ? :)

Aslında anlatmak istediğim artık eskisi gibi yaratıcılığımı zorladığım bir uğraş içerisinde değilim. Şimdilik....

11 Haziran 2009 Perşembe

`ben`le yüzleşmek


Yüzleşmek... Ağır bir sözcük değil mi? Yüklemi olduğu cümleye bir ağırlık katıyor, yapılmasını güç kılıyor. Hatta o kadar güç ki insan kendisiyle bile yüzleşirken zorluk çekiyor, ağır geliyor, "yapamayacağım" deyip kestirip atıyor, kaçıyor...
Başlangıçta zor değilmiş gibi görünüyor. Çünkü bildiğin kişidir `ben`. Yılların onunla geçmiş, en iyi tanıdığın, sırdaşın olmuştur. Olup biteni bildiği halde yüz yüze konuşamazsın `ben` ile. Çekinirsin... Hani dedim ya zordur gerçekten konuşmak.
Bir gün `ben` e dönüp "konuşalım mı?" dediğinde henüz zamanı olmadığını söyler. Ancak zamanı o da bilmez. Bir kere ötelenmesi ona iyi gelir. Ancak bir süre sonra geç olabileceği korkusu dolar insanın içine. Ortada hiçbir şey yokken birden kötü olur insan, canı sıkılır... Bir süre sonra uzun bir zaman diliminin hayatına girmesine izin verir. Bu zaman dilimi düşünmek için fırsattır ona... Bu mola sırasında hep yüzleşmeyi düşünür... Aklından atmaya çalışır... Her ikisini de yapamamasının sebebi de korkaklığıdır. Korkaktır biraz. Belki de fazlasıyla korkaktır bu konuda... Gün gelir konuşulacaklar çoğalır, henüz hiçbir şey konuşulmadığı için bu yük ona ağır gelir. Pişmanlık duyar yük hafifken neden yapmadığına... "Neden o zaman yüzleşmedimki" der... Zaman dilimi öyle ya da böyle dolar... Molayı hisler değişir diye almıştır ama hiçbir şey değişmemiştir, aksine güçlenmiştir... Ancak `ben` çok yanılmıştır. Aslında her şey değişmiştir ve pişmandır. Değişmeyen şu olmuştur; `ben` hala kibirlidir. Suçu `sen`'de arar.
Şimdi `ben` tekrar bir mola verecektir ama en azından eskisi kadar korkmaması gerektiğini hissediyordur. Yoksa yanılıyor mudur?

9 Haziran 2009 Salı

smoky voices

Amy Winehouse, Duffy, Lilly Allen, Imogen Heap, Natasha Bedingfield ve akla gelmeyen bir sürü bayan şarkıcı. Hepsinin ortak yönü İngiliz asıllı olmaları.. Amy Winehouse, Lilly Allen, Imogen Heap hepsi de Londra, Duffy ise Galler doğumlu. Şu sıralar keşfettiğim Adele de diğerleri gibi Londra, İngiltere doğumlu. Hepsinin de sesi dinlerken bünyede tad bırakıyor. Galiba yabancıların smooky voice diye tabir ettikleri vokaller bunlar. Dinlerken kendinizi loş ışık ile aydınlatılmış bir bar taburesinde, yanlız, şarap yudumluyormuş gibi hissediyorsunuz. İnsanın içine işliyor sözleri, yüreğinizde yankılanıyor anlamları. Hepsinde de aynı etkinin olmasını İngiltere'nin sürekli yağan yağmuruna ve doğasına bağlıyorum.
Artık ingiliz bayan şarkıcılar ile ilgili düşündüğüm tek şey gözüm kapalı şarkılarını beğeneceğim.




Chasing Pavements şarkısının inanılmaz klibi.

Adele - Chasing Pavements

I've made up my mind,
Don't need to think it over,
if I'm wrong I am right,
Don't need to look no further,
This ain't lust,
i know this is love but,

If i tell the world,
I'll never say enough,
Cause it was not said to you,
And thats exactly what i need to do,
If i'm in love with you,

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere

I'd build myself up,

And fly around in circles,
Wait then as my heart drops,
and my back begins to tingle
finally could this be it

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere

Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere,
Or would it be a waste?
Even If i knew my place should i leave it there?
Should i give up,
Or should i just keep chasing pavements?
Even if it leads nowhere



7 Haziran 2009 Pazar

hızlı bir haftasonu...


Bu ve bundan önceki yazım, yani; blog bütününü oluşturan yazılarımın tamamı, dolaylı yoldan, araba ve hız olunca ilk yazımda bahsetmiş olduğum "arabalara olan ilgisizliğim" uydurmaymış gibi geldi bir an :) -Yoksa içten içe merakım vardı ve bunun ortaya çıkması için bir şeylerin mi olması gerekiyordu? :p
Geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar askerden arkadaşım Yusuf'un daveti üstüne Formula 1 yarışlarını izlemek için İstanbul Park'taydım. Formula ile uzaktan yakından ilgisi olmayan biri için orada yaşayıp gördüklerim formula fanatiklerini kıskandıracak cinstendi... Padok alanını canlı canlı görmek, garajlardaki teknisyenlerle araçlar ile ilgili sorular sormak, media centerlardaki(hoş.. sadece redbull'a izin verdiler o ayrı :p ) heyecanı yaşamak..

Padok alanındaki ilk turumda ağzım açık şekilde formula araçlarının ve media centerların taşındığı görkemli tırları, dünyanın farklı yerlerinden gelen özel davetlilerin yarışı izlediği kafeleri, özel davetlilerle röpörtaj yapan yabancı basın mensuplarını, formula nın başındaki adamı (big-boss), ve şanslıysanız rastlaşabileceğiniz pilotları görüyorsunuz bu padok alanında. Padok alanındaki tek olumsuzluk yapıların metalden olması sıcağı bu bölgede daha fazla hissedip bunalmanıza neden oluyor.

Ferrari takımı tırları

Ferrari Media Center

Redbull teknisyeni lastiği temizlerken

Ne olduklarını anlayamadığım Ferrari araç parçaları :)

Geçen senelerde yarışlara giden arkadaşlarımın, anlaşmış gibi- "araçların motor seslerini dinlemeye gidiyoruz" söylemi benim için çok geçerli ya da gerçekçi olmadı ne yazıkki. Zira kulak tıpası/tıkacı (literatürde earplug olarak geçiyor) olmadan piste o kadar yakın yarış izlemek kulakta kalıcı hasarlara, işitme problemlerine neden olabiliyor. O kadar gürültüde ne konuşuluyor, ne de yarışa konsantre olunuyor, baş ağrısı da cabası. Yarışı gidecek olan varsa mutlaka o tıkaçlardan alıp gitsin. Formulacının olmazsa olmazıdır bu tıkaç :) Bir başka olmazsa olmaz aksesuarınız da şapkanız olmalı, ana tribün ya da padok alanında değilseniz güneş çaktırmadan çarpabilir. Çünkü etrafı açık bir alan olduğu için esen rüzgar yandığınızı hissettirmiyor ( Bu çaktırmadan yanma durumu tekne turu yapan tatilcilerde gezi sonrası yorgunluk ve deli gibi su içme olarak açığa çıkar. Öyle bir yorgunluktur ki insan evden çıkmak istemez.. Öyle fenadır durum :) )


Sıralama turlarında ferrari takım garajının önünde oturmuş olsak da asıl yarışı izliyormuş hissini aldığımız tribün ilk virajın -kazaların olduğu virajdır bu- olduğu yerdi. Zira pilotlar arasında geçişler de burada oluyor, bu geçişler sırasında kazalar da burada. Her ne kadar kaza olsun istemese de yarışa heyecan katan olay da kaza ve geçişler oluyor.

Formulayı izlemeye gidenlerin bir kısmı gerçekten bir futbol maçı izliyormuş edasıyla fanatizm içerisindelerdi. Takımlarının renklerinde giyinmiş ve tezahürat eden insanlar. Diğer bir kısmı oradan buradan promosyon, hediye ve ödül bilet gibi uygulamalardan kazandıkları biletler ile gelen(ki kendimi bunlardan biri olarak görüyorum) kesim. Ve son olarak da takım fanatizmi olmayan ancak formula fanatizmi olan mütavazı seyirciler(en sevdiğim seyirci bunlardı :P) Bu insanlar gayet sakin bir şekilde yarışlarını izlerler ve dışarda orda burada formula ile ilgili deli muhabbet ederler.
Tribün, paddock ve yarış ile ilgili söylenecekler bunlarla sınırlı olmasa da asıl olay dışarıda, formula takımlarının offical store larının bulunduğu, food court, alanıydı; cıvıl cıvıl insanların, sponsorların aktiviteler ile renk kattığı ve çeşitli formula oyunlarının bulunduğu.
Bu cıvıl cıvıl insan seli arasında yarışların başlamasını beklerken çeşitli aktivitelere katıldık ettik.. Bu aktivitesel ve güneşin altında dolanmanın verdiği yorgunluğu bir restorantta atalım derken bir başka restorantın üstünde alev topu oluşması günün en olumsuz olayıydı. İlk başta görsel bir şölen olduğunu düşünmüş olsak da itfaiyenin gelmesiyle olay anlaşıldı ve bölgede bulunan insanlar, ki bunlara tepelerinde alev topu oluşurken alışveriş yapan insanlar da dahil, kaçış kaçış oldular. İstanbul itfaiyesinin en taktir ettiğim tarafı ise yangın söndürülmüş dahi olsa sanki yangın sönmemiş gibi ivedi müdahalesiydi. Zaten günün alkışını da topladı bu hareketiyle :)

Formula günü kelimenin tam anlamıyla heyecanın adrenalinin ve hızın yüksek olduğu bir gündü. Formula sonunda akılda oluşan tek cümle şu oldu; her insan ölmeden önce mutlaka en az bir yarış izlemeli, o atmosferi yaşamalı.


3 Haziran 2009 Çarşamba

hayal kurmak güzel :)



Gün içerisinde türlü türlü sitelerde karşıma çıkan reklamlarla ilgileneceğin hiç aklıma gelmezdi. Hatta bu davranışın `boşluğa düşmüş bünyem`in tepkisi olarak değerlendiriyorum. Olay tam olarak ntvmsnbc'nin internet sitesinde Türkiye'de ilk defa Sabancı Üniversitesinin uyguladığı "bölümsüz üniversite" sistemiyle ilgili haberi okurken gerçekleşti. Satır arasında duran bir reklamda "Asaletin sesini duymaya hazırsanız... ...anahtarı çevirin" mesajı zihnimde işlenerek anahtarı çevirtti :) Reklam etkisini gösterdi ve inanamadığım bir şekilde Porche'un sitesinde - evet yanlış duymadın porche :) - fiyat listelerine - bu kısmını da yanlış okumadın - bakarken buldum. Reklamın gücü mü yoksa, evde sıkıldığım bir dönemde olduğum için mi ,bilemiyorum, kendimi bu durumda gayet keyifli hissettim. İşin ilginç kısmı hiçbir zaman şöyle lüks veya spor arabam olsun gibi bir hayalim olmadı... Kaldı ki hayatım boyunca değil sıfır araba ikinci el araba satan sitelere bile girip araba bakmışlığım yoktur. Bazı şeyler merak ile ilgili olduğundan söz konusu hayal kurmama olayı sadece araba için geçerlidir :) yoksa ne hayaller var... Hayalsiz olmaz... Olayın özünde bu ileri gitmişlik enteresan şekilde hoşuma gitti ve ,sürekli kullandığım, "insan istedikten sonra olmayacak şey yoktur", lafını düşünmeme neden oldu :)

P.S. : Şayet araba alacaksanız ve porche'un web sitesine girmeye çekiniyorsanız 911 Turbo'nun fiyatı 266.986 € cuk (avro). Hayal kırıklığına uğradıysanız özür dilerim :) Bu şekilde uzun yıllar daha mesai yapmanız gerekecek, belki de stres denen hastalığa yakalacaksınız. Kısaca bir takım bedeller ödeyeceksiniz.